Kırmızı ışık yandığında durulacak, yeşil yandığında geçilecek. Hemen her gün, Kızılay ışıklarda bunu yapamayışımızı izliyorum. Kırmızı yandığı halde durmayan insanlar; “acaba geçsem mi” diye tereddüt eden insanlar; yol boş diye atlayanlar; yeşil yandığı halde gidemeyip yayalara kızıp korna çalan araçlar; korna çalan şöförle el kol marifetiyle didişenler; kenarda yeşil ışığı beklerken yola atlayanları görüp “acaba enayi gibi mi görünürüm” diye düşünüp geçmeye karar verenler...
Oysa mesele gayet basit: Kırmızı yandı mı dur, yeşil yandı mı geç, bütün yapacağımız bu..
Aynı ülkede 1999 depreminden sonra bugün daha büyük bir faciayı yaşıyoruz. Enkaz arama kurtarma kapasitesi olsun, Afad gibi bir kurumun varlığı açısından olsun, elbette ki dünkü seviyede değiliz. Keza bu afet, küresel ölçekte bir enerji açığa çıkardı, gerçekten büyük bir afetti ama bu deprem sonrasında da tutuklanacak müteahhit arıyoruz. Çünkü gerçekten kusurlu, hapsedilmesi gereken insanlar var. 99 Depreminden sonra da görmüştük ve bugün de ekranlarımızda görüyoruz ki yeterince profesörümüz, inşaat mühendisimiz, “neyin nasıl yapılacağını bilen” insanımız var.
Eğer kırmızı ışıktaki davranışımızla deprem yıkımlarımızı yanyana koyup doğru orantı kursaydık,
“bizden adam olmaz” temalı ait ucuz basit çıkarımlar yapıp konuyu kapatabilirdik. Ama bu doğru değil. Tüm bu afet sonuçlarını, tüm bu yapamayışlarımızı, kırmızıda duramayışlarımızı, dünyanın en hassas ve en küçük hatanın affedilmediği bir sektörde “Star Alliance” ünvanı taşıyan bir markaya sahip olan bu ülkede yaşıyoruz.
Bunda bir terslik yok mu? Madem bu kadar bilmiyoruz veya beceremiyoruz, madem “sorun bizde”,
o zaman THY nasıl ve neden bu seviyede? Farkında mısınız bilmiyorum ama bu ülkenin bir markası, dünyanın en teknolojik ve en hassas sektörlerinden birinde yıllardır üst sıralara oynuyor, ödüller alıyor, rekorlar kırıyor. Ekonomisi dünyanın en büyük ekonomisi olmayan, Avrupa Birliği’ne bir türlü kabul edilmeyen, hedeflerini “batılılaşma, çağdaşlaşma” üzerinden tarif eden bu ülke, bir yandan Toki eliyle yıkılmayan binalar yapabiliyorken, bir yandan her depremde benzer tartışmaları yaşıyorken bir yandan kırmızı ışıkta duramıyorken, bir yandan da dünyanın en kaliteli havayollarından birine sahip.
Ve bu topraklar üzerinde bin yıldır yıkılmayan binalar yapılıyor. Saraçhane’deki Bizans’tan kalma kemerlerden tutun, Süleymaniye’ye, Selimiye’ye, Sultanahmet’e ve diğerlerine kadar.
Sormamız gereken temel soru şudur: Uçak uçurmanın bütün prosedürlerine harfi harfine uyabiliyorsak on katlı bir apartman yapmanın doğrularına uymakta neden zorlanıyoruz? THY’de çalışan tüm personel de bu milletin ferdi olduğuna göre ve bina çöktüğünde de uçak düştüğünde de insanlar öldüğüne göre, kendi kimliğimize ait tanımlamadığımız veya tanımlamaktan kaçındığımız birşey var demektir.
Sizlere tek başıma hayatın anlamını veya toplumsal sosyolojik özelliklerimizi çözümleyecek değilim. Yaşadıklarımdan ve gördüklerimden kendime ait çıkarımları paylaşabilirim sadece. Bu yazı da hepi topu 10 kişi tarafından okunur veya okunmaz. Her akşam ekranlarda yüzlerce teknik yorum yapılırken bu yazıdan bir bayındırlık politikası beklemeniz hata olur. Bizim sitemizin böyle bir iddiası da yok zaten. Bunun yanında, kendi adıma ulaştığım sonuçlardan biri, üzerimize göre kıyafet almaktan ziyade, kıyafetleri kendimize göre biçimlendirmeyi seviyor oluşumuzdur. Havayolu sektörü, bu biçimlendirmeyi kabul etmediği için orada başarılıyız. Aklımız, kabiliyetlerimiz ve bilgimiz gayet de yeterli. Kurallar da yılların birikimiyle oluştuğu için, onlara uyduğumuz müddetçe iyi iş çıkarıyoruz. Ama eğer kuralları esnetebiliyorsak, kendi bilgimizi de gözardı edebiliyoruz. Dikkat edin, 99 depreminde de bu depremde de sanayi sitelerinde büyük bir yıkım olmadı. İstanbul’da 50 yıllık sanayi siteleri, iş hanları var ve hala ayaktalar. Çünkü oraları yaparken tonlarca ağırlıktaki makineleri koyacağımızı biliyoruz. Dolayısıyla mühendislik hizmeti alıyoruz, çimentosunu kumunu daha iyi karıştırıyoruz, demirini daha çok koyuyoruz. Oysa apartman yaparken böyle davranmıyoruz.
Ebrar Sitesi’ni yapan müteahhite bir sanayi sitesi yaptırsaydınız muhtemelen yıkılmayabilirdi. Çünkü meseleyi daha çok ciddiye alacaktı. Bir katta 10 tonluk makinelerin çalışacağını hesap edip ona göre bir mühendislik hizmeti alacaktı. Oysa insanların oturacağı bir siteyi yaparken, aynı özeni göstermedi o ve diğer müteahhitler. “Birşey olmaz” sihirli kelimesini söyleyip devam ettiler. Öyle ya, daha önce yapmıştı ve binalar hala ayaktaydı. Bir sorgulama yapma zahmetine girmediler. Deprem, ne kadar büyük olabilirdi ki? Oysa bilim, ne kadar büyük olabileceğini söylüyordu ve öyle de oldu.
“1999’dan bu yana birşey değişmedi” fikrine katılmıyorum ve bunu daha çok siyasi bir yorum olarak görüyorum. Çok şey değişti. Sorunumuz; değişmeyenler, değiştirmeye yanaşmadıklarımız, bahane bulduklarımız. Deprem konusu olduğunda Japonya örneği verilmesi adettendir. Ama hiçkimse Japonya’nın ekonomik olarak bizden kaç kat büyük olduğundan bahsetmez ve yine hiçkimse Japonya’nın şu anki afet dirençlilik seviyesine kaç yılda geldiğinden bahsetmez. Bunlar birkaç yılın değil, uzun yılların tecrübesi ve birikimiyle elde edilmiş sonuçlardır.
Hülasa, herşeyi yanlış yapıyor değiliz ama bazı yanlışlarımız tüm doğrularımızı götürüyor. Çoğu zaman yeni kanunlara bile ihtiyacımız yok aslında, mevcut kanunlar da işimizi görür, yeter ki şu esnetme merakımızdan vazgeçelim.
Kırmızı yandı mı dur, yeşil yandı mı geç, bu kadar basit.
Sonrası, Star Alliance.